27 Şubat 2010 Cumartesi

Eğer Uslu Bir Çocuk Olmazsanız

Elvis gününüzü gösterir.

Hoppidubidubi

İlk duyduğum ve dinlediğim Paul McCartney şarkısı "Hope Of Deliverance".

İnternetim yoktu 11-12 yaşlarındayken. Babamın arkadaşının bir internet kafesi vardı. Arka camı eski kiliseye bakan. Yazın giderdim hep babamla. Pek de internet sitesi bilmediğim için, o tek bildiğim siteye girerdim. Hope Of Deliverance ve Ebony and Ivory vardı. Ebony and Ivory'yi pek sevmemiştim açıkçası. Şu an seviyorum gerçi Ama eğer 12 yaşındaysanız pek bir seçme şansınız yok. George Harrison'ın ise What Is Life'ı ve My Sweet Lord'u vardı. What Is Life favorimdi. Her gün gidip Heri Potır haberleri okuyordum ve bunları dinliyordum.
Çoğunuz denyo bir çocukluk geçirdiğimi düşünebilir. Haklısınız da sevgili dostlarım. Ama eğer şu şarkı hayatıma girmişse ben ona denyo demem aga. Biraz keriz. Ama pek denyo değil.

böyle dinletisi de var

Daha Lifli Gıdalar Yemelisiniz

İki çok alakasız şarkının kliplerinizi izliyodum. Morning After Dark ve So Bad. Sonra takıldılar işte...

26 Şubat 2010 Cuma

Rubberneckin

FIRST THING IN THE MORNING
LAST THING AT NIGHT

dişlerimi fırçalarım.

19 Şubat 2010 Cuma

Hulyo İglesyas: Baba-Oğul Ayrı Dert


Bi' Enrike bi' Hulyo baba-oğul yedi bizi yıllarca. Meğerse İglesyas'lığın olayı sağ el önünde, belli belirsiz kalça sallamakmış. Brooke Shields ne yapıyor ki orada ayrıca? Brooke sevinç yaşamak. İşte ben böyle espriler yapıyorum.

Nöbetçilik

Çok büyük hayallerim vardı. Servisle gelmeyi reddedip, oh hayır, sanki hiç yaşanmamış gibi o güzel sıcak servisi elimin tersiyle itip dolmuşla gelmiştim okula. Alas! Ben nerden bilebilirdim ki erken geleceğimi sandığım taşıt aracının servisten 5 dakika sonra oraya varacağını?
Hava gerçekten sıcaktı. Pis sıcak. Hani montunu çıkarırsın terleyip ama sonra rüzgar eser tekrar giyersin. Sonra tekrar terlersin de döngü devam eder. Öyle bir havaydı. Yanımda Başak, hızlı hızlı yürüyordum. O benden hızlı yürüyordu, benimse nefesim kesiliyordu. Onun arkasından okula girip, merdivenleri çıktım, danışma gibisinden yerin oraya geldim. İşte imzalayacağım belge oradaydı. Bebek gibi yatıyordu kağıt. Danışmadaki kıza baktım. Tezcanlı gibi hemen de takıvermişti "nöbetçi" kartını. Kendisinden bir tane de bana kart vermesini rica ettim. Besbelli en kolpa olan kartı verdi. Yırtık tarafı alta gelecek şekilde taktım."Nereye imzaliyürük?" dedim, gösterdi. İki tane "ana bina" yazıyordu. Başak'a gösterdim, açıkladı. Anlamadım. Kıza sordum sesli harf ihtilali yapmış olacak ki sadece sessiz harflerle iletişime geçti. Yine anlamadım. Sonrasında orada iki kişinin görev yapacağını sabırlı bir şekilde izah etti kadim dostum. Anladım. Hedefim ek binayı almaktı... Ancak o da neydi!? Caner diye bir şerefsiz adını bitmek üzere olan tükenmez kalemle silik silik yazmış, hem de imzasını atmaya tenezzül etmemişti. Resmen tadım kaçmıştı. Günümün nasıl geçeceğini tahmin edebiliyordum...
Tanrı'nın unuttuğu yer, ana binanın 4. katındaki rahatsız sandalyemde oturuyorum. Önümdeki masanın bana bakan kısmındaki kontrplak soyulmuştu. Bir süre kontrplakla oynadım. Sonra arkama yaslandım ama bomboş, ıssız koridorda sandalyenin çıkardığı "vızzzziiiieee" sesi aklımı çıkarmıştı. Sıkıntıdan ne yapacağımı bilemiyordum. Sağıma baktım. Birkaç metre ötede aşağıya inen merdivenlerin, sağ duvarında üç tane sakallı adamın çizimleri asılıydı. "Osmanlı ne garip lan... Sakaldan içim bayılırdı." dedim kendi kendime. Ya kime diyeceğidim gerçi. Bir ben vardım. Bir de benden içeri. Uzun bir süre Evliya Çelebi'nin profilini inceledim. Koskoca Evliya Çelebi olup da anca profil resmini çizdirmek veyahut kendinden sonraki nesillerin adamı sadece profilden alması çok saçmaydı. Neden ki? Zaten bu sakallı adamlar serisi her liseye açılışta veriliyor sanırım. Başka bir yerde görmedim. Belgeler, evraklar tamamsa hemen basıyorlar sakallı adam çerçevelerini.
Solumda ise arada kolumu yasladığım cam bir kabin vardı. Eskiden kantin gibi bir şeydi sanırım. İçinde "A" harfi çıkartması sökülmüş bir Sütaş Ayran soğutucu gibisinden dolabı bir de çoğu yırtılmış ya da birbirine bağlanmış haritalar vardı. Yerde öylece yatan haritalar. Dünyanın en tatsız, en heyecandan yoksun manzarasıydı sanırım.
Montumu masamın üstüne bir topak şeklinde koymuş, arada başımı ona yaslıyordum. Arada deli gibi sert esen rüzgar camı açıp, "kıtıke kıtıke" diye duvara çarpıyordu. Aksi gibi üşümeye de başlamıştım. Kalkıp camı kapamaya gittim. Dışarıya baktım, sınıfımı gördüm. Sınıf dediğim de prefabrik bina. İçerisi gözükmüyordu ama belki arka sıradan beni gören olur, böyle sapık gibi dikilmeyeyim diye kapamaya yeltendim. Plastik bir sap arayan elim aniden boşluğa düştü. Pencerenin kapatmaya yarayan aygıtı orada değildi. Zaten tatsız olan dakikalar iyice boka sarmaya başlamıştı. Camı ittirip, umutsuzca metal hedeleri yerine oturtup kapamaya çalıştım. Olmadı. Yerime oturmadan 3 saniye önce büyük bir gürültüyle tekrar açılıp, duvara vurmaya başladı. Daha da kötüsü, sadece 15 dakika geçmişti...
Yanımdaki Uykusuz ve Penguen'i künyesini bile ezberleyene kadar okuduktan sonra çantama koydum. Tam arkama yaslanıp gözlerimi kapatacağım sırada "DÜRÜRÜLÜEEEDÜRÜÜÜÜ" diye senkronizasyondan çok çok uzakta, Şirinlerin yaşadığı bir köyde bestelendiğini düşündüğüm Üsküdaragiderikenaldıdabiryağmur melodisi çınlandı beynimin ve midemin içinde. 5 ayrı katta, 2 ayrı bahçede, çok farklı tonlarda ve çok farklı bir zamanlamayla çalan zil resmen altıma sıçırtmıştı. Dopidopi diye atan kalbimi susturup, sınıftan çıkan birtakım lise birinci sınıflara ezilmekten kaçtım. Montumu ve çantamı bu genç irisi aygırlara bırakmak istemiyordum. İçinde pek bir şey olmasa da eve montsuz ve çantasız gudik gibi dönmek gözümü korkutuyordu. Ama gözümü kararttım. Çantamı montumla cibilliyetsiz gibi örtüp aşağı indim. Sınıfa gittim. Kimse yoktu. Ek binaya gidip üst kata çıkmak ise bir hayal gibiydi. Halihazırda bir suyum olduğu halde bir su daha aldım. Yukarı çıkmaya başladım. Yürürken danışmadaki kızların hızlı hızlı birtakım kağıtlar taşıyıp, yürüdüğünü gördüm. "Sovyet ajanlarına şifreli mesaj yolluyolar sanki nasınısatim" dedim. İçimden.
Hangi ders saatine giriyorduk bilmiyordum. Ya sondu ya da sondan bir önceki. Ama artık zaman mefhumu bir başka gezegen gibi gözüktüğü için pek de umrumda değildi. Şu şuursuzluğumu 1984 kitabında yaşayan bir karakter olsam "vay iç çatışma vay kendini sorgulama" diye alkışlar, ödüle boğardınız beni di mi godoşlar! Ama 15 yaşında ve canı çok sıkılan biriyken pek kaale alınmıyorum.
Katımdaki nöbetçi öğretmen her ders başı "burdan ayrılma he mi kızım?" diyordu. "Sınıfından çıkan olursa içeri sok, veli gelirse izin verme he mi?" diye ekliyordu. Sanki nöbetçi olmadan önce bütüm kemiklerimi baştan aşağı Adamantium ile donatmışlar. Lan ben nasıl durdurayım ipini koparmış genç irilerini?! "Peki" deyip önüme baktım. Kontrplak artık ilgi çekici gelmiyordu.
Birkaç öğretmen derslere girmemişti. Bu yüzden birtakım genç irilerini kafalarını çıkartıp, koridoru kontrol ediyor ve tuvalate doğru ceylan gibi seke seke gidiyordu. Bu dikkat ve iradeyle lazerle korunan mücevherciyi soyup, parmak izi bırakmadan çıkarlar yeminlen. Efbiay'ı Siyesay'ı yakalayamaz.
Zilin çalmasına 30 dakika kala alt kattaki kader ortağım geldi. Amerikan başkanı tarafından dünyayı kurtarmak için yapılan gizli bir planın detaylarını iletirmişçesine "Son 20 dakika kala sınıf defterlerini topla, Suat Hoca'ya götür" diye bu hayat kurtarıcı talimatları aktardı. Kafamı salladım. Vakit geldiğinden ilk önce kapıyı çalıp ne diyeceğimi prova edip, volta atıyordum. En sonunda güvenimi toplayıp, çobansız genç irisi sürüsüne daldım. Hepsi çakal gibi, sanki planlanmış gibi sınıf defterinin etrafına oturmuş bana bakarken içeri daldım. Kimseyle göz temasında bulunmadan defteri alıp çıktım. Ortada belirli bir sebep yokken cehennem azabı çekiyordum resmen. Ne istiyorlardı, belki de kendilerinin sadece birkaç büyük insandan? Neden bu kadar azgınlardı? Sanırım bu sorunun cevabını tıp dünyası veremiyordu. Alternatifi de "valla bana hiç sorma hacı, normal tıp yoksa bizde de yok" diyordu yancı gibi.
4. kattaki bir defter haricinde hepsini toplamıştım. Bunları toplarken soğuk öğretmen esprileri, öğrenci dalaşmaları ve açılmayan, açıldığında da dehşet bir gürültü çıkaran kapılara maruz kalmıştım. Baldırlarım çok fazla yürümekten teker teker iflas ediyordu. Yataktan kalkıp, servise binmeye ve kantine gitmeye alışık kaslarım dayağın kralını yemiş gibiydi.
Bütün defterleri toplayıp danışmaya götürdüm. Kimse yoktu. Bebek gibi defterleri de uluorta yere bırakmak istemiyordum. Zira onları elde ederken binbir zorlukla başa çıkmıştım ve elini süreni yakardım. Ürkek bir ceylan gibi müdür muavinlerinin odasına girdim. Danışmadaki iki kız ve Caner olduğunu tahmin ettiğim bir genç irisi toplanan defterlerdeki yoklama kağıtlarını diziyordu. Zilin çalmasına çok az kaldığından ve serviste zula bir yer kapma hırsımdan dolayı defterleri masaya bırakıp muavine dönerek "Ben artık gideyim mi?" dedim. Beni birkaç sert sözle tersleyip, kader ortaklarımın yanına yardım etmeye yolladı. İş neredeyse bitmiş gibiydi ama "Yardım edem mi?" diye sormayı ihmal etmedim. Kızlardan güdük olanı kafasıyla "Ne diyelim bu denyoya?" dercesine kafasını bana doğru salladı, sessiz harf kızı bana bakmadan "Btti.." dedi ve hızla dışarı, Caner'in peşinden gitmişlerdi. Aklıma sabahın erken saatlerinde Caner'e ettiğim küfürler geldi. Belli ki bu saatler içerisinde Caner'le bir yakınlık kurmuşlar, bana da bir nötrlük gelmişti. Nötrden ziyade besbelli uyuz olmuşlardı ama bunlar sadece bir tahmin değil mi dostlarım?
Son olarak Caner'den ve kapısını açarken hızı hesaplayamadan içeri büyük bir ivmeyle dalıp aklını çıkardığım sessiz sınıftan özür diliyorum...
Baldırlarım çok acıyor.

12 Şubat 2010 Cuma

10 Şubat 2010 Çarşamba

Çocukluğum veya İsyanım Kim Ung-yong'a!


Şimdi böyle bi herif, Aykûğ'su 210. Yazıyla İKİ YÜZ ON. 4 yaşında hayvani denklemler çözüyo, 3 yaşında Korece, Japonca, İngilizce, Almanca konuşuyo, 16 yaşında profesör oluyo falan. Böyle ruh hastası biri.
Ben zeki bir insan değilim, gayet vasat zeka düzeyine sahip biriyim. Kafadan hiçbir sayıyla işlem yapamaz, telefon numarası ve çeşitli kelimeleri aklımda tutamam. Konsantrasyonum acayip eksiktir, 10 dakikadan sonra hiçbir şeye odağım kalmaz, fokustan yoksun bir varlık olurum. Sadece saçma sapan işlere aklım erer, o kadar.
Eğer çocuğum şans eseri böyle çok zekisel bir şey olursa, gerçekten onun zekasını düşürmeye çalışırım. Sonrası kafası ağrımasın yavrumun. 6 aylıkken bıdı bıdı konuşmaya başlarsa eğer sumsuğu korum ağzına. "SIS!" derim. 3 yaşında eline kağıt kalem alıp bir şeyler yazarsa, yırtarım kağıdını, kırarım kalemini. Korkarım ben öyle adam gibi çocuktan. Normal çocuk olsun, pileydo'dan olsun.
Salçalı ekmek yesin, havası kaçmış Kames'i havaya diksin, arabanın altına girip topunu alsın, sukutır'ından düşsün, kavga etsin, leş gibi eve gelsin istiyorum ben. Pokemon seyretsin, maç seyretsin, çizgi roman okusun. Hatta sırf bu yüzden anneannemlerin evini alıp, orada büyütücem kuzumu. Evin bahçesindeki otları falan koparırız. Bodrum katından yukarı kömür taşırız. Kullanılmayan üst katların balkonuna çamaşır asarız. O da "aaa ne acayip yermiş..." diye inceler bomboş, boyası dökülmüş üst katı. Ne zaman vakit bulsa dayısının odasına gider, ranzaya çıkarttırır kendini (çünkü benim çocuğum bana çeker ve beceriksiz olur) oturur, oyuncak askerlerle oynar, mızıka çalar. Sonra ağlayıp kendini indirtir. İndikten sonra mavi, bantlı dambılı kaldırmaya çalışır, beceremez, ayağına düşürür bir daha ağlar. Sümüğünü silip "bu ne lan" diyerekten silindir bir plastik ve içinde 3 tane renkli toptan oluşan bi' zamazingo görür, onu bi' inceler, üfler, topların yukarı çıkmasını izler. Ama kırmızı renkli topu üfleyemez, nefesi kesilir. Sıkılır. İçeri gider. Cama çıkar, pencerenin önündeki siyah demirden kafes gibi şeyin içine yastık koyar, oturur, geçen insanları izler. 3 dakika gibi uzun bir sürenin ardından tekrar sıkılır "bi de dışarı çıkayım" der, karşıdaki hacı bakkala gider. Küçük, yuvarlak şekerlerden alır. Tekrar eve girer, bu kadar heyecansal-macerasal olayın ardından uykusu gelir, sığır gibi uyur.
Demin 0-8 yaş arasındaki bir günümü okudunuz. İyi günler dilerim.

Böyle Gerizekalılar da var

Kişisel Bilgiler

Hobiler:
gezmak eylenmek içmek :xD
Sevdiği Müzikler:
arabeks-slow
Sevdiği TV Programları:
sewmem
Sevdiği Filmler:
ybancı- aksıyon ne macera
Sevdiği Kitaplar:
mefret ederım
Sevdiği Sözler:
orama koyma burama koy :xD
Hakkımda:
19 yasındayım ıstanbul dogumluyum pndıkte yasıyorum amasyalıyım lıse terk mezunıyetıyım calımsmıyorum okul onunde takılıyorum :xD




En azından dürüst.

Bir Hayatın Anatomisi veya Pörcüşlenme



Çağımızın iki büyük hastalığı...

Şakalanşaka.

Ne ciciği.

Bugün başım çok ağrıyarak kalktım. Eğer gece kalkıp hayatımın ilacı Majezik'i içebilseydim her şey daha güzel olurdu. Ama üşengeç bir sığır olduğumdan yapamadım. Hani sevgili aile doktorumuz House'un Vicodin bağımlılığı var ya. O gerçi havalı gibi bi' şey, böyle silindir kutusundan tak almalar ağzına atmalar falan. Ben House olamazmışım mesela.

-Kızın beynin nörünonun içinde ciciklenmeler başlamış bu da pörcüşlenmeye sebep oluyor... Ne yapabiliriz?
+Hımmm *hap al ağza at* beyin memelografisini çekin!

İşte o "Hımmm"dan sonra pet şişeden su içip, kafayı geriye atıp boğazdan geçmesini beklersen adamlar ne memelografi çeker ne de seni dinler. Ama o ağza hap atmanın ince bi' esprisi var.

Bi' de şey olayı var, di mi, "Sex, Drugs & Rock'n Roll". Şimdi bunu benim hayatıma uygulayalım. Öncelikle ilkine hiç girmiyorum bile. Bu yüzden "Sleeping, Majezik & Radyo Fenomen" diyorum. Bir hayatın anatomisini okudunuz. İyi günler dilerim.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Sanırsam Tek Eksiğiniz Bu Şarkılardı

Del Shannon - Runaway
ilk Paul McCartney - 1882
yine Paul McCartney - Hot As Sun/Glasses
tekrar Paul McCartney - That Would Be Something
son kez Paul McCartney - Oo You
sonun sonun Paul McCartney - Teddy Boy
Brazzavile - Jesse James
Harry Nilsson - Don't Leave Me
Muse - Undisclosed Desires
The Beach Boys - Sloop John B.
The Beatles - I've Just Seen A Face
Erlend Øye - Heaven Knows I'm Miserable Now
James Morrison - You Give Me Something
Marvin Gaye - Pride And Joy
The Smiths - William, It Was Really Nothing
Amy Winehouse - You Know I'm No Good
The xx - Crystalised

Sadece Fransızca Tarif Edebileceğiniz O His

Bugün 3 ders idi. Öğleden sonra eve geldim. Birden 2 sene önceki halime döndüm. Resmen içim oynadı, öyle garip hislerle doğdum. "Lan yoksa?!" dedim. Şakaşaka. Demedim. Ama demiş de olabilirim, bilemiyorum, benim özelim.
Bu eve girişim, bu rehavet, bu saatler... Resmen OKS'ye hazırlık dönemindeki D. B. Ceylan idi. Yine ben bendim ama bir 8. sınıftaki ben vardı içimde benden içeri. Öğlen 2 metre aşağıdaki okuldan gelip, yemek yiyip, internete girip dersaneye gittiğim günler. Çantamı kapıp dersaneye gidecektim resmen. Zor tuttum kendimi.
Başlığımı sevgili Stephen King ağbinin bir öyküsünden seçtim. Sonra aradı beni, "Yaa Başaam," dedi, çünkü bana öyle der, "He ağbi" dedi, dedi "İsteseydin gelir bizzat ben açılışını yapardım şu yazının, ne zahmet ettin" dedi, "Lafı mı olur ağbi" dedim, "Sen zaten otur oturduğun yere, bi' güzel hikaye yazamadın şu 2000'lerimizde" diye de sitem ettim, "Sesin az geliyo Başaam, buralar hep cızırtılı duya-" dedi telefonu kapadı şerefless.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Diş Plakları ve Müzik Plakları

İkisi çok ayrı şeyler.

İlk müzik plağımı orta bire başladığım zaman almıştım. 4 yıl mı oldu, 5 yıl mı oldu, bilemedim. Sönmez'e gitmiştim babamla. Zaten kendimi bilmediğim zamanlardan beri oraya giderdik hep annemle, babamla. Hatta 1999 depremi sonrası annem tereddüt etmişti oraya gitmekte. Zaten Sönmez yerin dibinde, ya deprem olursa? Ben oradayken olmadı şu ana dek. Umarım olmaz da. Eğer olursa gerçekten çok büyük bir sıçış yaşarım, sevgili dostlarım. En korktuğum doğal afettir.
Her neyse.
Bir tane dükkan vardı. Tavanında bi' gitar asılıydı. Çok garipti. Sırf oraya bakmak için, en alt kata iniyordum. Sanırım o katta bir de çay ocağı gibi yer vardı. Şimdi etrafını camla kapamışlar. Neden yaptılarsa böyle bir şey. Zaten klostrofobik insanım. Ben hep çok garip şekilli bir bardakta, çok şekilli bir köpüğü olan o fotoğraftaki kahveyi isterdim. Babam çay içirtirdi. Babamı suçlayamam zira o kahve yokmuş zaten. Hayallerde yaşatmış beni herifler. Çay ocağının solunda, tam karşısında bir duvar vardı. Bir duvardı ya da bir dükkanı posterlerle örtmüşlerdi. Çoğu 80'lerden kalmaydı. Tanımadığım Formula 1 yarışçılarının resimleri, tanımadığım şarkıcılar, bir de Che Guevara'nın posteri vardı. Diğerler posterlerde kim var hiç tanımıyor ve hatırlamıyorum ama o posteri hatırlıyorum. Gerçi o zamanlar pek bir şey ifade etmiyordu bana. 7. sınıftan beri topluluk önünde siyaset ve din üzerine konuşmadığımdan şimdi de pek bir şey ifade etmiyor. Hafif tırsaklık var bende. Şimdi düşüncelerimi birtakım insanlar önünde savunup dayağın babasını yemek de istemem, sevgili dostlarım.
Her neyse.
En baştaki paragrafıma deli bir dönüş yaparak devam edeyim. İlk aldığım plak Christophe diye bir adamın 45'liği idi. Büyük hayallerle almıştım. Gerçi amacım The Beatles plağına ulaşmaktı ama kader kısmet. Kristof'a kalmıştım kala kala. Eve geldim büyük heyecanla. Plağın nasıl takılıp, çalınacağını biliyordum. Çünkü Erkin Koray'ın bir LP'si vardı. "Benden Sana". Gerçi içindeki şarkılardan sadece Öyle Bir Geçer Zaman Ki'yi biliyordum. Koydum küçük 45'liği. Hafif cızırtılı çalmaya başladı. Anam bi' baktım şarkı Fransızca! Büyük hayallerle aldığım plağım Jötelemee Mötelee çıkmıştı resmen. Çaldığı an yıkılmıştım. Şarkının bir yüzünde Rock Monsieur bir yüzünde de Belle vardı. Şarkıların adlarından nasıl anlamamış ben de anlamadım ki. Bir koli plağın içinden sanki biliyormuş gibi "Evet baba, sanırsam hayatımın müziğini buldum ben" diye almışım. Teallam.
Hayatımdaki diğer önemli olanlar The Monkees'in Daydream Believer 45'liği. Çok güzel şarkı cidden. Arka tarafında da Goin' Down var. Kapağı olmadığı için 5 dakika içinde bi' kartonu kıvırıp, bantlayıp, üstüne de psychedelic kıçımsı fontla isimlerini yazmıştım.
Ancak en önemli olanı Abbey Road. En sevdiğim. Gurban olduğum. 2 sene önce geldi. Annem getirdiydi Hollanda'dan. Bir bavul dolusu şeker, çikolata, giysi ve siyah bir poşet içinde o LP. "Bak bakalım, sanırım senin için en önemlisi bu" dedi. "Enee" dedim açtım poşedi. Böyle parıldayarak çıktı içinden. Halesi vardı tepesinde. Dört adam karşıdan karşıya geçiyordu böyle cennete doğru. Öyle bir şey benim için.
Her neyse.
Bu senenin başında da diş plağım oldu. Dişçiye gittim. "Ziviieee zivviiee" diye ses çıkaran birtakım metal aletlerle oydu dişlerimi adam. Ben de embesil gibi "heleeeeeneeeeğ" diye sesler çıkardım. Ağzımın kenarından salyalar, kanlar aktı.

İkisi çok ayrı şeyler.

Nosliw Nairb

Bugünkü konumuz senfonik italik viking sarışın adam metali.


ŞAKALANŞAKA.


Bazı dikkatli okuyucularımız dikkat etmiştir, bugünkü konumuz Brian Wilson. Dahi adam. Kanımca müzik tarihindeki en bahtsız dahi adamlardan biri. John Lennon ve Paul McCartney gibi iki hayvanla aynı dönemde yaşamış olmanın getirdiği bir dezavantaj. Elbette ki özellikle Paul McCartney, Brian Wilson amcanın hakkını her daim vermiştir. Misal "God Only Knows". McCartney'in dinlerken ağladığı bir The Beach Boys eseri. Bu şarkı da dünyanın en iyi ikinci albümü olan Pet Sounds'da yer alıyor. İşte ben buna çok üzülüyorum. Çünkü her zaman ikinci, her zaman birilerinin gölgesinde. Ron Weasley gibi albüm resssmen. Birinci kim? The Beatles hayvanlarının Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band albümü tabii ki. Bu albüm de aslında Pet Sounds albümü çıktıktan 1 yıl sonra çıkmıştır. Yani o albümü çağrıştırır ki McCartney de zaten bunu istemiştir. Ama Pet Sounds da 1965 yılında çıkan The Beatles'ın Rubber Soul albümünden esinlenmedir. Ohş kafalar karıştı. İlk konsept albüm Sgt. Pepper derler ama kanımca Pet Sounds. E ama Pet Sounds da bu albümü Rubber Soul'dan esinlendiyse ve Rubber Soul'da da bir konsept bütünlüğü varsa, ilk de O'dur.

AMAAAĞN.

Brian Wilson şu dünyanın görüp görebileceği en bahtsız (uyujturuju olayları döndü yıllarca, kafayı yeme noktasına geldiydi adam) ama en yetenekli müzisyenlerindendir.




Brian Wilson, Paul McCartney, Bob Dylan, John Lennon, Paul Simon, David Gilmour, George Harrison, Roger Waters ve minik aklıma gelmeyen o dönemin süpersonikleri ...şimdi onlar da insan, ben de insanım ama onlar farklı bir insan, ben farklı bir insanım.

Buna Gerçekten Gülen Tek Kişiyim (bir de eda)


Yeminnen.
Ya bir de ses tonu, "Hey Corci" kafasına benziyor ya. Daha komik.

4 Şubat 2010 Perşembe

Bence Uzak

Kayıp İkizler: Murat Bardakçı ve Celal Şengör


Entel sakalı diye bir şey var ağbi duydunuz mu hiç? Geçenlerde Tarihin Arka Odası'nı seyrediyordum. Bir anda Murat Bardakçı ve Celal Şengör aynı kareye girdi. Allahım. Ne kadar da korkunç bir andı. Aynı adamdan iki tane. Sakalından gözlüğüne kadar. Biri Celal. Biri Murat. Biri Mural. Biri Celat.

Yahu bir de işin korkuncu, bunlar 40 sene önce de böyleymiş. Sakalı, gözlüğü, saçı doğduğu gibi yapıştırmışlar adamlara. Tan Gazetesi "sakallı bebek" çizimini manşete taşırken, bu adamları mı kast ediyordu aslında? Ha?
Bunun üzerine film bile çekerim ben. Acıklı bir belgesel olur. Arasına hem jeoloji katarım hem de tarih, gazetecilik. Her ikisi de memnun olur.

Ekşi Sözlük

Baba şu ünlüsel insanların Sözlük karşıtı hareketleri nedir yahu? Asıl korkutucu olanı ne biliyor musun? Ekşi Sözlük'ten sadece tek bir insanmış gibi bahsetmek. Sanki koskoca sitede bir adam var böyle sürekli anasına bacısına küfrediyor. Ha bir de bunun çoğulu var; "ADAMLAR" diye bahsetmek. Dişi hiçbir insan yokmuş gibi, sanki binlerce adam manyak gibi sadece onun hakkındaymış gibi hallenmeleri falan. Çok pis bir paranoya.
Gerçi hakkındaki kötü şeyleri, saklamak istediğin şeyleri bir an görünce garip olabilir. Bilemiyorum. Ama zaten sen halka mal olmuş (bu da ne demekse) biriysen, illa ki birileri arkadan diyecektir bunları. Ünlü olsan da olmasan biri arkandan konuşur muhakkak. Arkadan konuşma demeyeyim de bir şeyleri ortaya çıkarmak, tekrar masaya getirmek gibi. Sadece yazıya geçip, okuyunca demek algılıyor insanlar, "Aaa! Ne kadar da ayıp bir şey ama bu!" falan mı diyorlar, ne diyorlarsa artık.
Yok "ekşimiş ruhların dans ettiği loş ışıklı kıraathane" yok "şerefsiz mastürbatörler!" diye laflar çıkarmak. Tamam, hele bir soluklanın. (Lafım sanadır ey Fatih Altaylı, Murat Bardakçı, Pelin Batu!)
Son günlerde Sözlük'ü okumaya takatim kalmadı. Garip olaylar dönüyor şimdi gerçi. Troll'ler, dinciler, okuduğunu anlamayanlar, forum gibi kullananlar, her ay sözlükten milyarlarca para kaldırıp verilen doğum günü partisine katılım için para istemek, sonra da "ama yer parası, otoparkı cark curk" demeler, davetiyeyi alıp dayılananlar, her diziyi replik replik yazanlar, burger king sosu için çocuğunu kesenler, 10. nesil kötü yazarlar...
Ulan Yılmaz Özdil kafası yapmışım resmen, şimdi fark ettim. Ama böyle yani duygularım. "Ben 6 yaşımdan beri sözlük okuyorum lan!" tribi yapmayayım ama 12 yaşımdan beri sanırım, okuyorum ben. Yazar olarak kabul edilip, entry girmeyip şutlanmış mıydım neler dönmüştü, hatırlayamadım.
Bu da böyle bir anımdır.

Boş İşler

Wtar Sars: Episode VI - Return of Sgt. Pepper

Şimdi böyle şiirsel başlık yazıp da italik harflerle bol ünlemli, üç noktalı şeyler yazıcam sandınız, değil mi? Zaten şiirsel-insan olsam "yazıcam" diye gramere aykırı, asi bir kelime kullanır mıydım? Evet, belki kullanırdım, sonuçta benim özelim.
Geçen duşa girdim, ben bazen duşa girerim, aklıma "Yaa ben şimdi Star Wars'la Harry Potter'ı harmanlayan makale türü bir şey mi yazsam?" diye bir fikir geldi. Aslında güzel bir fikirdi dostlarım. Anakin Skywalker'la Tom Riddle'ın çokça ortak noktaları olduğunu kanaatindeyim. İkisi de kendi alanlarında çok yetenekli olmuş, çok iyi yerlere gelebilitesi olan şahıslar. Ancak kendi hırslarının, komplekslerinin kurbanı olup "karanlık taraf"a geçmişler falan filan. Biri Dark Lord, biri de Dark Lord of the Sith. Zaten "Darth" dedikleri de "Lord" demek yani. Öyle garip olaylar dönüyor. Çocuklukları da benzer sayılır. İşte bunu kağıda aktarma gibi planlarım vardı. Kağıda niye aktarayım gerçi, buraya yazıyorum.
Duştan çıktım, bu şahane fikri bulduğuma gerçekten çok sevinçliydim. Benden önce 4 milyar insan düşünmüştür bunu gerçi ama olsun, ben akıllı bir insan olmadığım için gerçekten çok mantıklı gelmişti.
Sonra birden aklıma geldi... Neden yapıyorum ki ben bunu? Kime ne yararı var? Bundan önce de birkaç siteye The Beatles'ın turne bilgilerini, çeşitli arşivlik fotoğraflarını bulmuştum. Birtakım sitelerden çeviri yapmış idim. Sayfalar dolusu yazı böyle. Neden yapmışım ben de bilmiyorum. 5 Eylül 1994'ten beri böyle bir hayata sahibim. Gereksiz gereksiz işlerle uğraşıyorum. Biri de çıkıp gelmedi ki "kardeş ne diyorsun sen?" demedi ki bana. Ben de "aa ne güzelmiş lan" deyip devam ettim hayatıma. Çok saçmaymış meğersem.
Şimdi sevgili aile fertlerim, sevgili dostlarım, benden nasıl süpersonik bir gelecek beklersiniz? Çok farklı kafalarda yakınlarım. Yok tercüman olur, yok öğretmen olur süper para kırar falan diye düşünüyorlar. Doğrusu ara ara ben de öyle düşünüyorum. Ancak o takati kendimde bulamıyorum doğrusu. Şimdi gideceksin ders çalışıp, iyi bir üniversiteye gireceksin, o da yetmiyormuş gibi iş bulacaksın elin İngiltere'sinde. İngiltere de zaten beni bekliyor idi. "Başak gelsin de günümüzü gün edelim" diyorlardı. Hemen orda iş bulup, bir tane de Corç bulup, efenime söyleyeyim, Riçırd bulup evlenirim diyorlar. Manyak mısınız lan siz? Nasıl yapayım ben onca işi.
Yaa ayrıca uzay çağına falan girmeyelim biz, efendi gibi evimizde oturalım, çayımızı kahvemizi içelim. Ne gereği var? Çok çalışmam gerekir, yok dokanmatik ekranlı makineleri, yok ışın kılıçlı askerleri.
Hiç gereği yok.
Evimizde oturalım.
Sakin.
Tavanı izleyelim öyle saatlerce.
Boşver.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Televizyonsuz ve İnternetsiz Bir Gün


Bol DVD'li ve bol sinir harpli bir gün oldu doğrusu. Olayın sebebini kavrayamamıştım sabah. Sonra kursa gitmek için evden çıktım ve yerde birtakım sayıların ve çizgilerin olduğunu gördüm. Bu da yetmiyormuş gibi özensizce ve sprey boyayla yapılmıştı. Sprey boyayla yazılmış yazılardan gerçekten çok korkarım. Resmen aklım çıkar. Burdan birkaç sokak aşağıda bir apartmanın duvarında, boydan boya, kırmızı sprey boyayla "KAHROLSUN AMERİKAN EMPERLA" yazıyordu. Belli ki iyi niyetli bir yoldaştı. Ancak ya yanlış yazdığını fark etti ya da yazmak için yerinin bittiğini... Öyle kalakalmış yazı. Emperla. Doğmamış ve sanırım doğmayacak olan kızımın adı olacak bu.
Her neyse, ben o yazılara bakadurayım kurs binasına girdim. Bir 3 saat sonra çıktım. her girişin bir çıkışı var elbette. Ev istikametine doğru ilerlerken yerlerde o çizgi ve şekiller boyunca açılmış upuzun çukurlar olduğunu gördüm. Dünyanın merkezine seyahat gibi. Birtakım adamlar içlerine borular, kablolar sarkıtmış, birkaç makine de kazıya devam ediyordu. Meğersem bu yüzden kesikmiş internet de kablo tivi de. Ya sevgili dostlarım, yazarken aklıma geldi de, aslında hiç de umrunuzda olmayan çok gereksiz ve çok bokumtrak yazıyormuşum ben. Şimdi fark ettim. Keşke biriniz çıkıp deseymiş "Yahu tamam güzel kardeşim ama bana ne bundan!" diye. Böyle saçma saçma "yok kazı vardı yok çok korktum yok amerika" falan diye sayıklamazdım. Aman. Neyse.
Bu boşluk içinde Help! adlı o çok güzel filmi seyrettim. The Beatles oynuyor, bir de birçok İngiliz tanımadığım oyuncular falan. Komik. Güzel. Zaten önceden de 73 kere seyretmişimdir. Replikler aklımda. Artık sıkıldığım bir anda kafamdan bu filmi izleyebilirim. Ezbere.
Ayrıca babamın dandik 3 ekran (evet 32 falan değil, 3 bildiğin. Milimetrik ekranı var) televizyonuna anten takılmıştı ve siyah beyaz da olsa izlenebilir hale gelmişti. Star Wars'un ikinci filmini seyrettim. Lucas'a göre ikinci tabi, tarihsel olarak değil. Şunu söyleyeyim ki siyah-beyaz Star Wars bir boka benzemiyormuş. Obi Wan'ı Anakin'i ağzıyla droid tutsa seyredilmez. Öyle bir azap yani.