19 Şubat 2010 Cuma

Nöbetçilik

Çok büyük hayallerim vardı. Servisle gelmeyi reddedip, oh hayır, sanki hiç yaşanmamış gibi o güzel sıcak servisi elimin tersiyle itip dolmuşla gelmiştim okula. Alas! Ben nerden bilebilirdim ki erken geleceğimi sandığım taşıt aracının servisten 5 dakika sonra oraya varacağını?
Hava gerçekten sıcaktı. Pis sıcak. Hani montunu çıkarırsın terleyip ama sonra rüzgar eser tekrar giyersin. Sonra tekrar terlersin de döngü devam eder. Öyle bir havaydı. Yanımda Başak, hızlı hızlı yürüyordum. O benden hızlı yürüyordu, benimse nefesim kesiliyordu. Onun arkasından okula girip, merdivenleri çıktım, danışma gibisinden yerin oraya geldim. İşte imzalayacağım belge oradaydı. Bebek gibi yatıyordu kağıt. Danışmadaki kıza baktım. Tezcanlı gibi hemen de takıvermişti "nöbetçi" kartını. Kendisinden bir tane de bana kart vermesini rica ettim. Besbelli en kolpa olan kartı verdi. Yırtık tarafı alta gelecek şekilde taktım."Nereye imzaliyürük?" dedim, gösterdi. İki tane "ana bina" yazıyordu. Başak'a gösterdim, açıkladı. Anlamadım. Kıza sordum sesli harf ihtilali yapmış olacak ki sadece sessiz harflerle iletişime geçti. Yine anlamadım. Sonrasında orada iki kişinin görev yapacağını sabırlı bir şekilde izah etti kadim dostum. Anladım. Hedefim ek binayı almaktı... Ancak o da neydi!? Caner diye bir şerefsiz adını bitmek üzere olan tükenmez kalemle silik silik yazmış, hem de imzasını atmaya tenezzül etmemişti. Resmen tadım kaçmıştı. Günümün nasıl geçeceğini tahmin edebiliyordum...
Tanrı'nın unuttuğu yer, ana binanın 4. katındaki rahatsız sandalyemde oturuyorum. Önümdeki masanın bana bakan kısmındaki kontrplak soyulmuştu. Bir süre kontrplakla oynadım. Sonra arkama yaslandım ama bomboş, ıssız koridorda sandalyenin çıkardığı "vızzzziiiieee" sesi aklımı çıkarmıştı. Sıkıntıdan ne yapacağımı bilemiyordum. Sağıma baktım. Birkaç metre ötede aşağıya inen merdivenlerin, sağ duvarında üç tane sakallı adamın çizimleri asılıydı. "Osmanlı ne garip lan... Sakaldan içim bayılırdı." dedim kendi kendime. Ya kime diyeceğidim gerçi. Bir ben vardım. Bir de benden içeri. Uzun bir süre Evliya Çelebi'nin profilini inceledim. Koskoca Evliya Çelebi olup da anca profil resmini çizdirmek veyahut kendinden sonraki nesillerin adamı sadece profilden alması çok saçmaydı. Neden ki? Zaten bu sakallı adamlar serisi her liseye açılışta veriliyor sanırım. Başka bir yerde görmedim. Belgeler, evraklar tamamsa hemen basıyorlar sakallı adam çerçevelerini.
Solumda ise arada kolumu yasladığım cam bir kabin vardı. Eskiden kantin gibi bir şeydi sanırım. İçinde "A" harfi çıkartması sökülmüş bir Sütaş Ayran soğutucu gibisinden dolabı bir de çoğu yırtılmış ya da birbirine bağlanmış haritalar vardı. Yerde öylece yatan haritalar. Dünyanın en tatsız, en heyecandan yoksun manzarasıydı sanırım.
Montumu masamın üstüne bir topak şeklinde koymuş, arada başımı ona yaslıyordum. Arada deli gibi sert esen rüzgar camı açıp, "kıtıke kıtıke" diye duvara çarpıyordu. Aksi gibi üşümeye de başlamıştım. Kalkıp camı kapamaya gittim. Dışarıya baktım, sınıfımı gördüm. Sınıf dediğim de prefabrik bina. İçerisi gözükmüyordu ama belki arka sıradan beni gören olur, böyle sapık gibi dikilmeyeyim diye kapamaya yeltendim. Plastik bir sap arayan elim aniden boşluğa düştü. Pencerenin kapatmaya yarayan aygıtı orada değildi. Zaten tatsız olan dakikalar iyice boka sarmaya başlamıştı. Camı ittirip, umutsuzca metal hedeleri yerine oturtup kapamaya çalıştım. Olmadı. Yerime oturmadan 3 saniye önce büyük bir gürültüyle tekrar açılıp, duvara vurmaya başladı. Daha da kötüsü, sadece 15 dakika geçmişti...
Yanımdaki Uykusuz ve Penguen'i künyesini bile ezberleyene kadar okuduktan sonra çantama koydum. Tam arkama yaslanıp gözlerimi kapatacağım sırada "DÜRÜRÜLÜEEEDÜRÜÜÜÜ" diye senkronizasyondan çok çok uzakta, Şirinlerin yaşadığı bir köyde bestelendiğini düşündüğüm Üsküdaragiderikenaldıdabiryağmur melodisi çınlandı beynimin ve midemin içinde. 5 ayrı katta, 2 ayrı bahçede, çok farklı tonlarda ve çok farklı bir zamanlamayla çalan zil resmen altıma sıçırtmıştı. Dopidopi diye atan kalbimi susturup, sınıftan çıkan birtakım lise birinci sınıflara ezilmekten kaçtım. Montumu ve çantamı bu genç irisi aygırlara bırakmak istemiyordum. İçinde pek bir şey olmasa da eve montsuz ve çantasız gudik gibi dönmek gözümü korkutuyordu. Ama gözümü kararttım. Çantamı montumla cibilliyetsiz gibi örtüp aşağı indim. Sınıfa gittim. Kimse yoktu. Ek binaya gidip üst kata çıkmak ise bir hayal gibiydi. Halihazırda bir suyum olduğu halde bir su daha aldım. Yukarı çıkmaya başladım. Yürürken danışmadaki kızların hızlı hızlı birtakım kağıtlar taşıyıp, yürüdüğünü gördüm. "Sovyet ajanlarına şifreli mesaj yolluyolar sanki nasınısatim" dedim. İçimden.
Hangi ders saatine giriyorduk bilmiyordum. Ya sondu ya da sondan bir önceki. Ama artık zaman mefhumu bir başka gezegen gibi gözüktüğü için pek de umrumda değildi. Şu şuursuzluğumu 1984 kitabında yaşayan bir karakter olsam "vay iç çatışma vay kendini sorgulama" diye alkışlar, ödüle boğardınız beni di mi godoşlar! Ama 15 yaşında ve canı çok sıkılan biriyken pek kaale alınmıyorum.
Katımdaki nöbetçi öğretmen her ders başı "burdan ayrılma he mi kızım?" diyordu. "Sınıfından çıkan olursa içeri sok, veli gelirse izin verme he mi?" diye ekliyordu. Sanki nöbetçi olmadan önce bütüm kemiklerimi baştan aşağı Adamantium ile donatmışlar. Lan ben nasıl durdurayım ipini koparmış genç irilerini?! "Peki" deyip önüme baktım. Kontrplak artık ilgi çekici gelmiyordu.
Birkaç öğretmen derslere girmemişti. Bu yüzden birtakım genç irilerini kafalarını çıkartıp, koridoru kontrol ediyor ve tuvalate doğru ceylan gibi seke seke gidiyordu. Bu dikkat ve iradeyle lazerle korunan mücevherciyi soyup, parmak izi bırakmadan çıkarlar yeminlen. Efbiay'ı Siyesay'ı yakalayamaz.
Zilin çalmasına 30 dakika kala alt kattaki kader ortağım geldi. Amerikan başkanı tarafından dünyayı kurtarmak için yapılan gizli bir planın detaylarını iletirmişçesine "Son 20 dakika kala sınıf defterlerini topla, Suat Hoca'ya götür" diye bu hayat kurtarıcı talimatları aktardı. Kafamı salladım. Vakit geldiğinden ilk önce kapıyı çalıp ne diyeceğimi prova edip, volta atıyordum. En sonunda güvenimi toplayıp, çobansız genç irisi sürüsüne daldım. Hepsi çakal gibi, sanki planlanmış gibi sınıf defterinin etrafına oturmuş bana bakarken içeri daldım. Kimseyle göz temasında bulunmadan defteri alıp çıktım. Ortada belirli bir sebep yokken cehennem azabı çekiyordum resmen. Ne istiyorlardı, belki de kendilerinin sadece birkaç büyük insandan? Neden bu kadar azgınlardı? Sanırım bu sorunun cevabını tıp dünyası veremiyordu. Alternatifi de "valla bana hiç sorma hacı, normal tıp yoksa bizde de yok" diyordu yancı gibi.
4. kattaki bir defter haricinde hepsini toplamıştım. Bunları toplarken soğuk öğretmen esprileri, öğrenci dalaşmaları ve açılmayan, açıldığında da dehşet bir gürültü çıkaran kapılara maruz kalmıştım. Baldırlarım çok fazla yürümekten teker teker iflas ediyordu. Yataktan kalkıp, servise binmeye ve kantine gitmeye alışık kaslarım dayağın kralını yemiş gibiydi.
Bütün defterleri toplayıp danışmaya götürdüm. Kimse yoktu. Bebek gibi defterleri de uluorta yere bırakmak istemiyordum. Zira onları elde ederken binbir zorlukla başa çıkmıştım ve elini süreni yakardım. Ürkek bir ceylan gibi müdür muavinlerinin odasına girdim. Danışmadaki iki kız ve Caner olduğunu tahmin ettiğim bir genç irisi toplanan defterlerdeki yoklama kağıtlarını diziyordu. Zilin çalmasına çok az kaldığından ve serviste zula bir yer kapma hırsımdan dolayı defterleri masaya bırakıp muavine dönerek "Ben artık gideyim mi?" dedim. Beni birkaç sert sözle tersleyip, kader ortaklarımın yanına yardım etmeye yolladı. İş neredeyse bitmiş gibiydi ama "Yardım edem mi?" diye sormayı ihmal etmedim. Kızlardan güdük olanı kafasıyla "Ne diyelim bu denyoya?" dercesine kafasını bana doğru salladı, sessiz harf kızı bana bakmadan "Btti.." dedi ve hızla dışarı, Caner'in peşinden gitmişlerdi. Aklıma sabahın erken saatlerinde Caner'e ettiğim küfürler geldi. Belli ki bu saatler içerisinde Caner'le bir yakınlık kurmuşlar, bana da bir nötrlük gelmişti. Nötrden ziyade besbelli uyuz olmuşlardı ama bunlar sadece bir tahmin değil mi dostlarım?
Son olarak Caner'den ve kapısını açarken hızı hesaplayamadan içeri büyük bir ivmeyle dalıp aklını çıkardığım sessiz sınıftan özür diliyorum...
Baldırlarım çok acıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder